İki ağızdan anlatılan tek hikâye


Hiç ayaklarınız su toplayana kadar gezdiğinizi hatırlıyor musunuz? Hiç bitmeyecekmiş gibi ve hiçbir yere gitmek istemiyormuş gibi. Sadece o yürüyüş halinde sonsuza kadar kalmak, yürümek ve yürümek.

Ayaklarının sızıntısı başına nüksetmeye başlamıştı. Yürümek istiyordu. Durursa soğuyup donacakmış gibi hissetmişti son mola verdiği yerde. Şimdi ise susamış ve aç hatta bastıran sıcağa aldırmadan donmadan korkarak Balat Surlarına ilerliyordu. Tabi ki önceden planlanmış bir gezi yok ortada. Aklına gazetenin birinde gördüğü fotoğraf geliyor ve merak ya işte onun peşinde kendini Balat surlarına doğru iteliyordu. Kısa zaman sonra surların dibindeki evliyaların arasından biraz mahcup bir şekilde dualar okuyarak surların arka tarafına geçiyor ve bulduğu ilk merdivenlerden yüksekliği 5-6 metre olan surların üzerine kendini atıyordu. Alt tarafın kapalı olduğunu biraz ilerleyip anladıktan sonra yukarı taraflara yöneliyor ve gözlerindeki ışıltı alev alıyordu. İlk kez Gülhane surlarına arkadaşıyla çıktığında böyle hissetmişti. Tıpkı bir Osmanlı neferi gibi burçların birinden aşağıya sarkmış ve haykırmıştı’ ’bre kendini bilmez ne işin var bu yaban ellerde’’ .Tuhaf duyguydu onca tarihin hala ayakta kalabilmesi ve doğrusu kendi içinde bulunduğu medeniyetinin geleceğe bu kadar eser bırakabileceğinden emin değildi. Bazen bunu düşünüp canı sıkılıyor bazen de geçmişiyle övünüp kendini avutuyordu.

Yukarıda da bilinmedik bir şekilde yol kapalıydı. Çitlerle etrafı çevrilmiş ve bir nevi korumaya alınmıştı. Ondan beklenmeyecek bir çeviklikle kendini diğer tarafa saldı, altında ise en yakın yer en az 100 metre vardı. Birkaç makro çektikten sonra daha da yukarıya Anemnas zindanlarının olduğu tarafa doğru ilerleyip dinlenmelik ve manzarası güzel bir yer aradı. Hemen kuruldu bir burcun ucuna ve bir djarum yaktı. Sigarayı bitirmesi çok uzun sürmedi. İlerlemeye devam ederek surun restore edilen taraflarını gezdi ama işe yarar bir şeyler olmadığını görünce geldiği yoldan dönerek aşağıya indi. Artık yorgunlukta vardı ve bir bankın ucuna ilişti, kitabını çıkardı ve henüz 5 sayfa bile okuyamamışken yanına ilk bakışta dilenci olduğuna karar kıldığı bir meczup oturdu. Hemen kalmak istemişti ama kısa bir iç muhasebeden sonra ‘’ya onun yerinde ben olsaydım, kime benimle konuşmasaydı’’ diye geçirerekten aslında biraz da yorgunluğun esiri kalmak istemedi. Kulaklarında ki onca melodiye rağmen radyosunu kapattı ve adamla konuşmaya karar verdi.

-Ee anlat bakalım dayı?

-ne anlatayım, hayatım bu işte.

Ellerini iki yana açarak halini tüm sadeliğiyle önüme serdi. Ona karşı olan tüm düşündüklerim yüzünden şimdi utanmıştım. Gözlerinde ihanet vardı, reddedilmek vardı. Uzamış ve kısmen ağzına girmiş sakalları sigaradan sararmış. Bir nefes daha çekti sigarasından ve kolundaki çıkmamış ve hiç çıkmayacak olan lekeyi bir kez daha eliyle ufaladı. Tümden pespaye bir insan değildi ama adaydı. Gelirken görmüştüm etek bölgesinde ıslanmış ve kurumuş bir bölge vardı. Buradan da bir sokak delisi olduğuna kanaat getirmiştim. Ama o ıslanmış bölgenin aksine kokmuyordu. Sadece burnuma yeni içtiği L%M ya da Lark sigarasının kokusu geliyordu.

-Buralı mısın?

-Doğma büyüme buralıyım, sen de fotoğrafçısın galiba?

-Yok öğrenciyim, sadece ilgileniyorum.

-Ne okuyosun?

-Fizik tedavi

-Tıp üzerine değil mi? Tamam, benimde kardeşimin çocukları var, doktor çıkacaklar yakında ama kimseden kimseye hayır yok abi. Sen sen ol paranı eline al. Her şey şimdi paraya bakıyor. Zamanında sevdiğim bir kız vardı. Anlaştık kaçmaya karar verdik, o zamanlar vardı böyle şeyler. Ama benim halim yoktu sonra evlenemedik. Şimdiki dünyada en zor şey yaşamak, onun içinde para lazım. Yukarda Allah aşağıda para, anlayacağın işin kısası budur. Bak şimdi ben dışarlarda kalıyorum, karton toplayıp üç beş kuruşun peşinde sabah akşam o çöp senin bu çöp benim dolan. Ne için? Hiç. Ablam var ama kendini beğenmiş insanlar, bir sürü daireleri var İstanbul da ama bana bir oda vermedi.

-Neden?

-Bilmiyorum, diyorum ya kendilerini yüksekten satıyorlar ama ölüm denen bir şey de var. Tüm malın burada kalacak öldüğün zaman. O zaman ne kalacak sana o tarafta, hiç düşünmüyorlar. Bir oda verseler başka bir şey istemiyorum, vakıflar var karnımı doyururum, çalışırım.

-Aranızda problem mi var? Neden yer vermiyorlar?

-Yok, hiçbir şey yok aramızda ama irtibatı kaybettik, görüşemiyoruz.

-Kaç yaşındasın dayı?

Sorunun cevabını biliyordum çünkü az çok kemiksel büyüklükten, uzamış sakallardan ve sigaradan bunu tahmin edebilirdim. Hiç evlenmemişti bu da en azından bir 20 sene eklerdi ona. Tabi ki bir de gözlerindeki beyazların sarıya çalması var ve bu da hiç hayra alamet değil, bu da bir 10 sene ekler. Takriben 55-60 yaşlarında olmalı. Bu durumda İstanbul’da doğduğuna göre ana-babası çoktan rahmetlik olmuşlar demektir ve ablası da en azından bir 70 yaşında olmalı ve muhtemelen torunları bile vardır. Kafamda uçuşmaya başlayan bunca teoriye cevap olarak ‘’65’’ dedi. Beraber sustuk. Ben de düşünmeyi bıraktım yine yanılmaktan korkarak. Balat’ta ismini bilmediğim bir camiden öğle vaktinden önce salah okumaya başladı. Bu konuşmanın üzerine bu salah her şeyi doğruluyordu, bir kişi daha ölmüştü.

-Daha Eyüp’te vakıfta yemek yemeye gideceğim, gerçi daha var. Tabldot usulü dağıtıyorlar. İyi bir yer, Allah razı olsun hazırlayanlardan. Hadi bana selamet.

-Dayı ismin ne?

-Ali, kendine iyi bak.

-Eyvallah dayı, sağ ol var ol.

Sırtıma birkaç kez vurduktan sonra arkaya köprü altına doğru yollandı ben de kalktım banktan, ona baka baka ilerledim. Tekrar düşüncelerim beynimi kemirmeye başladı. Aklına gelir miydi günün birinde İstanbul ‘da Ayvansaray parkında bir meczupla para-kadın-ölüm hakkında konuşacağın? Şu dünya acayip yerdi doğrusu, kesinlikle bir tasavvurdu. Algıladığımız kadarıyla vardı. Vardı ama yaşanmaya değer miydi?

Sahilden ilerlemeye devam ediyorum, offroad şampiyonasında hız motorlarının vınlama seslerine One Rebuplic melodisi karışıyor. Kendimi mutlu hissediyorum, tüm reddedilişlerime, tüm yokluğuma, tüm görmezden gelinmelerime rağmen iyiyim ne iyi kalacağım.

Küçük pazarlı Ali Dayı’ya

Yorum bırakın