Gündem Notları-1


Bu yazı İstanbul’da eğitim gören, özellikle de ailesi İstanbul dışında olan öğrenciler, yani bizler hakkında. Aileden uzakta eğitim görmek zaten zorken, bir de bu kentin pahalılığı öğrencileri zaman zaman kara kara düşündürebiliyor. Hayat öğrenciyken zaten zor ve biz bu hayatın İstanbul sürümünde zaman zaman kendimizi Yeşilçam’ın Küçük Emrah pozisyonunda bulabiliyoruz.

Bodrum katlara mahkûm “cüzzamlı öğrenciler”

İstanbul büyüleyici bir kent. Ortasından dev bir nehir akıyor. Yüksek gökdelenleri, göğe yükselen minareleri, sabaha kadar yaşayan sokakları ile isteyen herkese dilediğini sunabiliyor. Biz gençler için göz kamaştırıcı bir şehir. Bir taraftan böyle. Öte taraftan ise bu kent “öğrencilerine bakmak”ta ise sınıfta kalmış görünüyor. Okul gazetemizde kendisiyle röportaj yapılan Dr. Ahmet Murt’a bir kulak verelim: “İstanbul’a dışarıdan gelen bir öğrenci için kalacak yer ve öğrencilerin sosyal rahatlığının neden sağlanamadığı konusu doğrusu benim hiçbir zaman çözemediğim çok büyük bir problem.” Sizce de ilginç bir tespit değil mi? Bu koca şehrin yurtlarına başvururuz, fazla para isterler; cemaat yurtlarında kalırız, fazla sıkıştırırlar; ev kiraları desen zaten el yakar. Belki birlikte yaşamayı çok da istemediğimiz insanlarla ev tutmak zorunda kalırız. Bütçemize uygun, kafamıza yatan bir semtte ev buluruz. Emlakçıyla konuşup bir miktar kapora veririz, ev sahibini ararız ve hoppala, ev sahibi der ki: “Ben öğrenciye ev vermem!” “Ama neden?” sorusunun yanıtı hep aynıdır: “Bilmem, nerden gelen, ne olduğu belli olmayanlar geliyorlar. Burada bizi rahatsız ediyorlar. Evlerimize zarar veriyorlar. Kirayı geciktiriyorlar vs. vs.” Biz de öğrenciler için tasarlanmış “özel bodrum katlarında’’, nemli, güneş ışığı görmeyen odalarda ya da istemediğimiz yurtlarda “uygun fiyatlara’’ yaşamak zorunda bırakılırız. Çünkü genel ev sahibi mantığına göre öğrenci zararlıdır, hastalıklıdır ve ne olduğu belirsizdir.

Madalyonun öteki yüzü: Teyzemin evinde gece yarısı rock konseri!

Biz öğrencilerin, ev sahiplerimiz hakkındaki düşünceleri genelde böyle renklidir. Öte taraftan tabi bir de madalyonun öteki yüzü vardır ve öğrencilere “cüzzamlı’’ yaftası durduk yere yapıştırılmamıştır. Bundan 3 yıl önce, bendeniz yüzleri sivilceli bir lise öğrencisi iken Trabzon’da teyzemin evinin üst katına bir grup üniversite öğrencisi taşınmıştı. Taşındıkları gün müthiş bir rock konseri vermişlerdi. Geçmişteki “kiracı öğrenci vukuatları” da hatırlanınca apartman yöneticisi daire sahiplerine birer telgraf çekmiş ve bir daha öğrenciye kiralık daire verilmesini yasaklamıştı. Alt katta kalan öğrencinin tuvalet penceresinden yukarı kata çıkan sigara dumanı, komşunun kızına “baktın mı, bakmadın mı” tartışmaları, apartman aidatı ve kiranın gecikmesi, gece yarısı partileri falan derken öğrencinin “günah defteri” aslında hayli kabarık. Bunlar da ister istemez ev sahiplerinde öğrencilere karşı bir önyargı oluşturmuş. Her zamanki gibi kurunun yanında yaş da yanmış.

AKBİL’i basarken elim titriyor

Öğrenci akbillerine yapılan ve paradan çok banka kartı dolu cüzdanlarımızı derinden sarsan 10 kuruşluk zamma da değinmeden geçemeyeceğim. Otobüslerdeki çift bilet/akbil uygulaması ise bazen can sıkıcı hale gelebiliyor. Gideceğim yere kadar akbili cebimden 3-4 kez çıkartmam gerekiyor ki valla akbilimden her 95 kuruş düştüğünde vücudumdan 95 gram yağın eriyip gittiğini hissediyorum. Okul yemekhanelerinde fiyatların yüksek olması da öğrencilere darbe vuruyor. İstanbul Üniversitesi’nde yemek fiyatı 50 kuruştan 75 kuruşa yükselince öğrenciler isyan bayrağı açtı. Yemek fiyatı Ankara’nın gözde üniversitesi Hacettepe’de ise 2 lira. İnsan özeniyor tabi. Medipol yemekhanesinde öğle yemeğinin fiyatı 6 lira. Böyle olduğu için bazen öğle yemeği için, arkadaşlarımla birlikte üç öğün ücretsiz yemek yiyebildiğimiz yurdumuzun yolunu tutuyoruz. Gerçi bazı arkadaşlarıma göre 3 çeşit yemek, üstüne bir de tatlı ve salata için bu fiyat normal. Sonuçta burası özel okul deniyor. Ama gene de öğrenci öğrencidir ve yemek fiyatları 3-4 lira olsa biz de yemeğimizi okulumuzda yesek ne güzel olurdu.

Facebook çıktı, muhabbet bozuldu!
Facebook, son yılların öğrencileri için vazgeçilmez bir nimet. Çünkü her türlü etkinliği takip edebiliyoruz. Nerede, ne zaman toplanıyoruz ne yapıyoruz ve nereye gideceğiz. Nerede hangi kurs var. Hangi kuruluş burs veriyor ki bu bir öğrenci için en önemli şeydir. Kim kimle nerede ne yapıyor. Kimin kimle ilişkisi var. Kim kimle ne konuşmuş, hakkında ne demiş. Kim hangi filmlerden hoşlanıyor. Kim ne okuyor ne takip ediyor. Bunları öğrenmek sadece bir tık uzakta. Eski arkadaşlarımızı arayıp bulup konuşabiliyoruz. Bunu yapmak için kalkıp Trabzon’a gitmenize gerek yok. Kalkıp dışarı çıkmanıza bile gerek yok. Öğrenciler için kimi zaman yiyip içmeden daha önemli olan internet ve 25 milyar dolarlık Facebook sayesinde bunları yapabiliyoruz. Dünyadan, arkadaşlarımızdan her an her şeyden haberimiz oluyor. Bu güzel bir şey ama diğer taraftan ilişkilerimiz sanallaşıyor. Yurtta yemeğe çıkarken bile arkadaşlarla Facebook’ dan dan haberleşiyoruz ve aramızda ki mesafe sadece yirmi adım. Üst kata çıkmaya üşeniyoruz. Konuşmaya üşeniyoruz. Facebook zaten tembelliğe meyilli olan bizlerin işini kolaylaştırıyor. Bu durumda bilgisayarlarınızın bir an olmadığını düşünün. Yakın zamanda yurtta birkaç arkadaşımızın bilgisayarları çalındı ve nasıl bir boşluğa düştüğümüzü anlatamam. Yapacak bir şeyimiz kalmadı. Ders çalışamıyoruz. Herkes bir köşede acıtasyona bağlamış. ‘’Bulunur mu bulunmaz mı veya nasıl yeni bilgisayar alırım. Çalındığını babama nasıl söylerim. Taksitlerini daha yeni ödüyorduk. Ailemden nasıl para kopartabilirim.’’ Bunların hesabını yapmaya başladı. Kısaca buhran çağına giriş yaptık, arterlerimizden birini kesmişlerdi. Herkes şaşkınlıktan birbirinin suratına bakıyordu nasıl çalınır diye. Oysa bilgisayarlarımız varken görmek istediğimiz arkadaşın profiline bakardık. Bilgisayarlarımız varken transa geçerdik. Odaya bir arkadaş girip selam verdiğinde selamını alan olmazdı. Çünkü kimse duymazdı, ilgilenmezdi. Herkes bir ekranın başında o site benim bu site senin derken kim odaya girmiş kim çıkmış kimsenin haberi olmazdı. Bu durumdayken bir anda bir ‘’ekonomik krizle’’ öğrencilerin yabancı olmadığı dar boğaza düştük. Çalıntı olayının verdiği acıyı birazda olsa üzerimizden atınca bizde oda arkadaşlarımızla beraber sosyalleşme belirtileri görüldü. İnanamazsınız bir konuşmaya başladık sanki birbirimizi en son otuz yıl önce görmüş gibiyiz. Beraber oturup çiğ köfte yiyip boza içmeye başladık. Birbirimizi tanımaya koyulduk. Kısa süreliğine de olsa sanallıktan kurtulup gerçek hayata dönüş yapmıştık.